Bana kalkmama yardım etmek için elini uzattı.
Ben de elini tuttum, sonra beni omuzlarımdan tutarak kalkmamı sağladı.
"Bir yerin yaralandı mı?"
"Yok, elim biraz acıdı sadece. Geçer birazdan."
"Bakabilir miyim?"
Ellerimi yukarı doğru kaldırıp kendisine doğru götürdü, uzun uzun inceledi. Kim olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu ama hocalardan biriydi sanırım.
En sonunda "Sen yine de bir revire gidip batikon sürdür." deyip koşarak yurt binasına doğru gitti.
Arkasından birkaç saniye bakakaldım.
Belki bu kısacık, yardım amaçlı yapılmış davranıştan şefkat anlamı çıkarmak saçmaydı, ama ben çıkarmıştım. Gerçekten de garip bir şefkat duygusu hissetmiştim o adamdan gelen.
Sonrasında askeri okulun olduğu yere doğru koştum, durumu açıkladım. Rektöre gidip gitmemek arasındaydım ancak koşarken gördüğüm ilk binalardan biri askeri okulunki olduğundan ve onlar daha çabuk müdahale edeceğinden onlara gitmeye karar vermiştim.
"Sen burada bekle, hemen birkaç kişiye haber verip müdahale edeceğiz." dedi kapıda duran askerlerden biri.
Çok geçmeden kapıda birkaç öğrenci ve öğretmen belirdi.
En önde yirmilerinin başlarında, kırmızı ve kısa saçlı bir kız vardı.
Onu görür görmez hemen tanıdım. Bu, Martin'in liseden beri arkadaşı olan Lina'ydı.
Kulağında kulaklık gibi bir şey vardı, düğmesine basıp konuşmaya başladı.
"68. yurtta çatışma çıktı. Dekana gerekli bilgiyi verin, rektöre iletsin."
Tam önümden geçerken düğmeden elini çekti ve söylenmeye başladı.
"Bu aptal kararlar veren bunağı rektör diye başımıza getireni..."
Geri kalanını duyamadım, o da beni görmeden önümden geçip gitti. Ona hiç müdahale edip onunla iletişime geçmedim çünkü acelesi vardı.
Ama kendisini çok severdim.
Martin ile değişik bir ilişkileri vardı, sanki birbirini zorbalamayı seven iki kardeş gibilerdi.
Lina her zaman onu azarlar, Martin de inadına dalga geçerdi.
Yaklaşık 5 senedir hayatımızdaydı, Lina'nın anneannesi gençliğinde Çin'den Belmare'a taşınmış. Evimize de ilk defa okulda yıl sonunda yapılacak bir konser için, 11. sınıfta gelmişti. Sadece Lina değil, yanında 2 arkadaşı daha vardı. Hepsi Martin ile birlikte müzik kulübündelerdi.
Ben o zamanlar ortaokulda son sınıftım, 14 yaşındaydım. Annem hayattaydı, ailem dağılmamıştı. O gün hepimiz evdeydik, babam bize ve Martin'in arkadaşlarına damla çikolatalı kurabiye yapmıştı ama mutfağı öyle dağıtmıştı ki annem neredeyse bayılacaktı.
Neyse ki Max, babama mutfağı toparlamasında yardım etmişti de sorun çözülmüştü.
Çalışmaya mola verildiğinde herkes koltuklara yayılıp kurabiyeleri yemeye başlamıştı, ben de o sırada Lina'yla biraz sohbet etmiştim.
"Çok güzel gitar çalıyorsun."
Lina gülümsedi: "Teşekkür ederim. Aslında yalnızca akustik gitar değil; elektrogitar, yan flüt, pipa, guzheng ve arp da çalabilirim. Birazcık da piyano biliyorum."
"Bazılarını hiç duymadım. Çin'e mi aitler?"
"Evet, Çin'in geleneksel çalgıları. Senin de müziğe ya da Çin kültürüne ilgin var mı?"
"Müzik dinlemeyi severim ama enstrüman çalmayı bilmiyorum. Çin yemeklerini seviyorum. Birkaç kere Max abimle yapmayı denedik."
Lina şaşırdı.
"Aa, neler yapmayı denediniz?"
Birden Martin araya girdi: "Çiğ sebzeleri soya sosuyla karıştırdılar, bir de birkaç parça tavuk vardı galiba, yediğim en kötü yemekti."
Birden Max gelip Martin'e yastık fırlattı:
"O yüzden mi benim tabağımdan da çaldın, salak?"
"Tavukları az koymuşsunuz, sırf sebzeydi o."
"Bir dahakine sana iki paket al dediğimde gidip gramajı en düşüğünden alma o zaman, dangalak!"
"E kaç gram alacağımı söyleseydin ya mal!"
Martin'in arkadaşlarından biri kurabiyeye uzandı: "Nathan amca bana tarif atsana, anneme yaptıracağım."
Lina öfkelendi: "Geri zekalı, o kadın hizmetçin mi? Git kendin yap!"
Çocuğun yanında oturan diğer arkadaşı sordu: "Çay var mı?"
Max olduğunu söyleyip çay koymaya giderken Lina bağırdı.
"Ya bebek misiniz, gidip kendiniz alsanıza!"
"Ya Lina bir sus be! Çayın olup olmadığını bilmezsem nasıl gidip kendim alayım?"
"He, pardon."
"Anlamadan, etmeden bağırıyorsun ya!"
"Pardon dedik ya, ne uzatıyorsun?"
Ortam gerildiği için konuyu değiştirme ihtiyacı duyup sordum: "Lina, hangi bölümde okumak istiyorsun? Yine müzikle ilgili mi?"
Lina bir an duraksadı, sonra bana döndü: "Hayır, müziği çok seviyorum ama askeri bilimlerle ilgili bir bölüm seçmek istiyorum. Özellikle istediğim bir üniversite yok ama Elysium Akademisi olursa çok sevinirim."
Şimdi dönüp bakıyorum da hem istediği bölümü hem de istediği üniversiteyi tutturmayı başarmıştı. Ailesini savaşta kaybetmesine rağmen ölümden asla korkmayıp bölümüne devam etmişti.
Üniversiteye ilk geldiği sene çıkmıştı savaş ve yaklaşık 1.5 yıl sürmüştü.
Şu an ise 4. sınıftı ve stajını okulda yapmayı tercih etmişti, bu yüzden okuldaki herhangi bir karışıklıkta o da görev alıyordu.
Lina'nın sert bir kişiliği vardı ama gizlediği oldukça düşünceli ve naif bir tarafı da vardı.
...
Hava kararmak üzereydi. Neyse ki yurttaki karışıklık sona ermişti ancak bir sonuca varılmamıştı. O gördüğüm garip adamın dediği gibi revire gidip yaralı elime batikon sürdürdüm, sonra da eşyalarımı oldukça memnuniyetsiz bir şekilde topladım.
Alis çok ağladı ancak bunun arkadaşlığımıza engel olmadığını söyledim. Yine de gözyaşlarımı tutamadım çünkü eve gitmeyi ve Alis'ten ayrılmayı ben de hiç istemiyordum.
Bir büyük valizle sırt çantasına tüm eşyalarımı sığdırdıktan sonra Alis'e veda ederek çıktım.
Yurttaki temizlik görevlileri hâlâ koridorları ve girişi temizlemekle, kırık dökük eşyaları çöpe atmakla meşguldüler.
Şimdi tüm her şey yavaş çekimde gerçekleşiyordu: temizlikçilerin arasından geçip kapıya kadar yürümem, kapıda durup gökyüzüne bakmam, serin bir rüzgarın saçlarımda dans etmesi ve sonrasında tekrardan yürümeye devam etmem...
Bir taksiye bindim. Yolun yarısına yaklaştığımızda önce yağmur yağdı ve sonradan bu yağmur kara dönüştü.
Sanki gökyüzü benim için ağlıyordu, hatta çığlık atıyordu.
Her şey şaka gibiydi. Öylesine büyük bir okulda, yurtta yeni gelecek öğrenciler için yeterince oda olmadığı için atılmıştım. Üstelik odam büyük ihtimalle Lichteryalı birine verilecekti. Bunu nasıl kabul edebilirdim?
Tüm bunları düşünürken nihayet eve vardım ve hiç istemeyerek anahtarımı çıkarıp kapıyı açtım.
İçeri girdim, etrafa şöyle bir baktım. Pek değişen bir şey yoktu. Hatta babamın viski içtiği bardak ve bahçeye dönük koltuğu bile aynı yerde, öylece duruyordu.
O zaman anladım, hiçbir şey değişmemişti. Zaten beklemiyordum da.
Gözlerimden kontrolüm dışında birkaç damla süzüldü. Hayatım neden böyle olmak zorundaydı ki? Tek istediğim şey ilgiydi, sevgiydi.
Birden öfkeyle eşyalarımı salonun ortasına fırlattım ve ağlamaya başladım.
Avazım çıktığı kadar bağırıyordum. Lise hayatım boyunca yaşadıklarım, savaş anılarım ve ailemin dağınık hayatı, hepsi bana çok acı veriyordu.
Üniversitede yurda yerleşerek bu ortamdan kaçabileceğimi düşünmüştüm. Komikti, çünkü aynı üniversiteye girme sebeplerimden biri babamın derslerine girebilmek ve abilerimi orada da görebilmekti. Hem onlardan kaçıyor hem de onların yanında olmak istiyordum.
Belki de katlanamadığım şey onları bir arada, kopuk bir şekilde görmekti.
Tüm bu düşüncelerle savaştıktan sonra fırlattığım valizi alıp odama taşıdım. Odam da bıraktığım gibiydi, ancak girdiğimde bir şey fark ettim.
Masamın üzerinde abilerimle fotoğrafım ve üstünde birkaç damla kurumuş gözyaşı vardı.
Resmi elime aldım. Bu fotoğrafa bakıp ağladığımı hiç hatırlamıyordum, bu yüzden ben evde yokken evdeki birinin resmimize bakıp ağlamış olabileceğini düşündüm.
Madem beni bu kadar önemsiyorsunuz neden göstermiyorsunuz ve sürekli kaçıyorsunuz, diye düşündüm. Zaten ağlamaktan gözlerim şişmişti, bu fotoğrafı ve gözyaşlarını görünce yeniden ağlamaya başladım.
Kendimi yatağa attım ve resme bir süre baktıktan sonra resmi elimde sıktım, kendime doğru bastırdım. Resme sarılıp ağlarken o şekilde uyuyakaldım.