Cherreads

Chapter 3 - -3-

Bir ay sonra

Okulun ikinci dönemi yarın başlıyordu ve ben son haftalarda yaşadığım tüm bu olanları yurt odamda, yatağıma uzanmış düşünüyordum. Rektörün Lichteryalılarla okuyacağımızı ve bizdeki öğrencilerin de karşılık olarak oraya gideceğini söylemesi… Şaka gibiydi. Bu resmen ülkemize yapılan bir çeşit işgal sayılırdı ve rektör bunu kabul etmişti. Gerçi, onun yapacağı bir şey de olmayabilirdi. Bu büyük ihtimalle siyasilerden gelen bir talepti ya da yeni bir siyasi politikaydı ve bunu reddetmesi imkansızdı.

Yine de o günden beri hiçbir yeni haber almadık. Bu da oldukça ilginçti. Sanırım başvurular yolunda gidiyordu.

Bütün bunlar bir yana, aklım aynı zamanda hastanede karşılaştığım o iki kızdaydı.

O pembe saçlı kızın beni başkasının silahıyla vurmaya çalışması, sonrasında gelip özür dileyip aslında yan tarafımda yatan kızı vurmak istediğini söylemesi... Oldukça trajikomik bir olaydı, ama garip bir şekilde onlara kızgın değildim. Hatta bir noktada minnettardım, çünkü o gün iki abim de babam da benim için endişelenmişti.

Hastanede babamın yanına ilk gittiğimde Martin bana doğru koştu. Oldukça telaşlanmış görünüyordu.

"Marin! Bir şeyin var mı? Yaralandın mı?"

Beni sarstı ve gözlerimin içine yanıt beklercesine baktı. Eh, artık aptallığımı bir kenara bırakıp olanları abartmalıyım, diye düşündüm.

"Abi, çok korktum! Beni vurdular! Tanımadığım biri beni okla vurdu. Sırtımdan... Hâlâ canım çok yanıyor!"

Birden abilerim endişeli ve şok olmuş bir şekilde bana baktı.

Martin'in bakışları anında değişti. Delirmiş gibiydi.

"Ne!? Kim yaptı, hatırlıyor musun?"

Max bağırdı: "Bana neden sadece bayıldığını söyledin? Gerçekten yaralandın mı?"

Babam yavaşça yerinden kalktı ve bana yaklaştı: "İyi misin?"

Tam da yaralı, bandajlı elini yanağıma koydu. O sırada elinin acısını umursamıyor gibiydi.

Şaşırmıştım, babam kolay kolay tepki vermezdi. Özellikle uzun zamandır depresyonda olduğundan dolayı...

Ama benim de istediğim en son şey bu endişelerinin kaybolup gitmesiydi. Şaka gibiydi, tüm okul yerinden oynamıştı ve benim tek istediğim onlardan göreceğim ilgiydi.

Belki de umutsuz vakaydım, ama ne yapayım? Sun Tzu ne demiş, kaosun ortasında fırsatlar da vardır.

"Baba... İyi değilim. Öleceğim sandım!"

Ona sarılıp gözyaşlarına boğuldum.

Her ne kadar abartacağımı söylediysem de çok sonradan o duygularımın gerçek olduğunu anladım. Gözyaşlarım, korkularım, duygularım...

Ama esas abarttığım nokta daha farklıydı.

Martin hâlâ kızgın ve endişeli bir şekilde odanın içinde yürüyordu.

"Marin! Kim yaptı? Hatırlamaya çalış!"

Bir yandan Max bambaşka bir şey söylüyordu: "Marin, sırtına bakmam lazım! Bluzünü sıyır az, görmem lazım, ona göre bir merhem ayarlayacağım."

Babama sarılmayı bırakıp sedyesinin ucuna oturdum. Dediği gibi bluzümü sıyırdım, bir yandan da Martin'e yanıt verdim.

"Tam hatırlayamıyorum ama bir... erkekti! Böyle, açık renkli dağınık saçları vardı."

"Açık renkli dağınık saçlı mı? Eğer o piçi bulursam var ya, değil sadece sırtından aynı zamanda başka bir yerinden-"

Max sırtımı kapattı ve Martin'in sözünü kesti.

"Daha fazla detay ver. Ne giyiyordu, göz rengi neydi, kilosu, yaş aralığı?"

Medeni halini de sorsaydınız, diye geçirdim içimden.

Sonrasında daha fazla detay verdim, koyu renkli gözleri olduğunu, açık tenli olduğunu zar zor anımsadığımı ve geri kalanını bilmediğimi, anlık olup biten bu olayda sadece bu kadarını gördüğümü söyledim.

Bu olayı hatırlayınca bir kıkırdadım. Telaşları, endişeleri o kadar samimiydi ki hep benim için bu şekilde endişelensinler istedim. Hayır, mesele endişelenmeleri de değildi. Uzun zaman sonra ilk defa onlar tarafından sevildiğimi ve onların gerçekten de beni önemsediğini hissettim.

Hastanedeki kızlara gelecek olursak, mor saçlı ve kıvırcık olan bir telaş telefonumu babamın olduğu odaya getirdi.

Zaten ortam benim söylediğim yalandan dolayı gerilmişti, hepsi birden o tarif ettiğim hayali erkeği bulup ona haddini bildirme peşindeydi.

Dördümüz birden o kıza baktık. Belli ki koşmuş, nefes nefese kalmıştı.

"Şey... Rahatsız ettiğim için özür dilerim. Ç-çok geçmiş olsun efendim. Acil şifalar dilerim."

Bana doğru baktı.

"Şey diyecektim... Oda numarasını abinden duymuştum da, Mina senin telefonunu bulmuş. Ee, şuraya koyuyorum ben. Tekrar çok geçmiş olsun efendim."

Utangaç bir tavırla, bakışlarını sık sık kaçırarak telefonu sedyenin yanındaki sehpaya bıraktı ve koşarak oradan uzaklaştı.

Mina... Demek o pembe saçlı kızın adı buydu.

Ama şu an onun ismini öğrenmenin sırası değildi! Yalanım ortaya çıkabilirdi.

Nitekim Martin sordu: "Mina kim?"

"Arkadaşım, abi."

Neyse ki bir yalanla daha onları geçiştirmeyi başardım.

Eğer ikisi de gerçekten arkadaşım olsalardı hiç sıkılmazdım, kaotik ve kafa bir ikiliydi, diye düşündüm.

Öte yandan kuzenim Luis dün bana telefon etmişti. O da değişim programına katılacakmış, Lichterya'ya gitmeden önce bana veda etmek istemiş.

"Ne? Sen çıldırdın mı? Amcam ne diyor bu konuda?" diye karşı çıktım ilk duyduğumda.

"Ah... onlar da senin gibi bir tepki verdi, ama çok sürmedi. İkna ettim yani, yarın gidiyorum. Sen evde misin?"

"Şey... ben yurtta kalıyorum artık."

"Ne? Bunu bilmiyordum. Neden?"

Bir sessizlik oldu. Ne diyeceğimi bilemedim. Ama o anladı.

"Aranız mı bozuk? Üzgünüm, son zamanlar seni pek arayamadığımdan aile durumlarınızdan pek bir haberim yok. Ben de tamamen kendi hayatıma dalmış durumdaydım."

"Sıkıntı yok, ben de seni arayamadım. Aramız bozuk mu ben de bilmiyorum. Ama umarım en kısa zamanda bu her neyse çözülür. Sana iyi yolculuklar, kendine dikkat et."

Şu saatlerde yola çıkmış olması gerekiyordu. Umarım sağ salim oraya varır, diye içimden geçirdim.

Ben düşüncelerime dalmışken dışarıdan bir gürültü yükseldi. Sanki birileri yüksek sesle tartışıyor gibiydi.

Olaylar anlam veremeden oda arkadaşım içeri girdi.

"Marin!"

Gelir gelmez bana sarıldı. Gergin bir şekilde nefes alıp veriyor ve ağlıyordu.

"Alis? Ne oldu?"

"Marin... gitme!"

Şaşırdım.

"Alis... Ne gitmesi, neyden bahsediyorsun?"

"Gitmeni istemiyorum! Başka oda arkadaşı istemiyorum!"

"Nereden çıktı bu? Bana açıklar mısın ne olduğunu?"

O sırada kapı çaldı. Alis benden uzaklaştı. Burnunu çekip yaşlı gözlerle bana baktı.

"Aiesi bu şehirde yaşayıp da yurtta kalanları evlerine geri yollayacaklarmış."

Tekrar kapı çaldı. Görevlinin sesi duyuldu.

"Marin Martell! Odayı birkaç saat içinde boşaltmanız gerekiyor. Yurtlar müdürlüğünün kararıdır, sizlere mail atıldı bu konuda. Lütfen sorun çıkarmayın."

Sorun çıkarmayın mı? Bu da ne demek oluyor?

Alis sinirlenip kapıyı açtı ve görevlinin yakasına yapıştı.

"İnsanları kaldığı yerden atmak bu kadar kolay mı sanıyorsun, ha? Siz kimsiniz? Biz buraya derece yapıp geldik, bu yurtlarda kalabilmek için belirli bir para ödedik. Öylece gelip bunca öğrenciyi mağdur edebileceğinizi mi sanıyorsunuz?"

Görevli çırpınıyordu.

"Bıraksana beni!"

Anında başka görevliler gelip Alis'i sakinleştirmeye çalıştı.

"Hanımefendi, lütfen sakin olun!"

"Lütfen yapmayın, eğitim hayatınızı düşünün!"

"Kes sesini, kaltak!"

Öylesine şok olmuştum ki tepki veremiyor ya da arkadaşımın arkasında duramıyordum.

"Terbiyesiz! İnsanlarla bu şekilde konuşabileceğini mi sanıyorsun? Hakkında işlem başlatacağız, çabuk bırak adamın yakasını!"

Alis güldü.

"Neden? Beni de mi okuldan atacaksınız? Lichteryalı öğrencilere daha fazla yer lazım, değil mi? Tüm bunlar bahane!"

O sırada neler olduğunu az çok anladım. Alis'in tuttuğu görevli onu elleriyle ittirmeye çalışırken ben odanın kapısının önünde toplaşan diğer görevlilere doğru yürüdüm.

"Lichteryalı öğrenciler mi gelecek buraya? Hani çok kaybımız vardı? Hani değişim programıydı?"

"Yutrlar müdürlüğü ve rektörlüğün kararı, bizim de elimiz kolumuz bağlı."

"Ne demek oluyor bu? Bizi nasıl böyle kolayca çıkarabilirsiniz? Biz bu okula belirli bir sıralamayla geldik. Para ödedik."

"İkinci dönemin ödemesini yapan öğrencilere para iadesi yapılacaktır, endişeniz olmasın."

"Hah!"

Sinirle güldüm ve arkamı döndüm. Öylesine öfkelenmiştim ki! Hatta tek öfkelenen ben ve oda arkadaşım değildik. Zemin kattan bir kırılma sesi geldi. Sonra bir tane daha, ve bir tane daha. Belli ki biri öfke nöbeti geçiriyordu. Ardından birkaç insanın çığlığı ve bağırışı duyuldu.

Bir ay önce rektörlüğün o konuşmayı yaptığı Yansıma Odası'nda olan o çatışma tekrar gerçekleşiyordu.

Tüm görevliler aşağıya doğru koştu. Alis hâlâ sıkı bir şekilde göreviyi yakasından tutuyordu.

Herhangi birinin Alis'in elinden kurtulması mümkün değildi, çünkü Alis'in özel gücünü özel, bitkisel bir yapışkan oluşturuyordu. Dokunduğu kişiye yapışabilir ve o bırakmadan karşıdaki kurtulamazdı.

Özel güçler, Tanrı Kirelle ve Litharius tarafından antik çağlarda belirli insanlara verilen bir kutsamaydı. Böylece birçok farklı güçlere sahip klan ortaya çıkmıştı, daha sonrasında ise bu klanlar birbirleriyle evlilik yaptıklarında güçler dağılmış, klana ait olmadıkları halde güçlere sahip olan insanlar ortaya çıkmış. Bu klanlardan bir kısmı günümüze kadar geldi, bir kısmının da soyu tükendi.

Toplam 4 tane Tanrı vardı. Chaon, kaos Tanrısıydı. Bu dünyayı ve ölümlüleri sevmediğine, bu yüzden sürekli onları kötü yola düşürdüğüne inanılırdı; böylece Mortana'nın ölüler dünyasına giremeyecekti. Kısaca Mortana ölüm Tanrısıydı ve insanların dünyadaki ölümünden sonra kendi dünyasında yaşayıp yaşamayacağına karar verirdi. İyi ruhlar sonsuz yaşama hak kazanırken kötü ruhlar sonsuza dek yok olacaktı.

Litharus ve Kirelle ise evrenin yaratıcı Tanrılarıydı. Litarius'un güçleri doğa ve somut konular ile ilişkiliyken Kirelle'in güçleri duygu ve soyut konulardan geliyordu. Litarius'un güçleri temelde 12 elemental güçten gelirdi: su, ateş, doğa, hayvan, toprak, hava, kristal, ses, elektrik, kuvvet, ışık ve karanlık.

Kirelle'in elemental gücü olan "ruh" onun tek elementiydi ancak çok çeşitli özelliklere sahip olabilirdi.

Klanlara kutsanan özel güçler ise ya Litarius'unki gibi 12 somut elementten birine dayalıydı ya da Kirelle gibi tek bir soyut elementten geliyordu. 

O sırada görevlinin sesi yükseldi: "Bırak yakamı, yoksa çok fena olur."

Eli tamamen metale dönüşmüş, metalden tırnakları gitgide daha da sivrileşiyordu ve onları Alis'e saplamak üzereydi.

Hemen element gücümü kullandım, su oluşturarak onun basıncıyla görevliyi Alis'ten uzaklaştırdım. Görevli basıncın etkisiyle duvara çarptı, benim müdahalemden korkan Alis ise ani bir şekilde görevlinin yakasını bıraktı.

Alis'e bağırdım: "Alis, kaç!"

Alis dediğimi yapıp hemen kaçtı.

Yani, benim gücüm Litarius'un su elementinden geliyordu. Su oluşturabilir, basıncını kontrol edebilir ve ona yön verebilirdim. 

Su elementi olan herkes benimle aynı güce sahip olmak zorunda değildi, daha önce gücü buz ya da sis ile ilgili olup su elementine sahip olanları duymuştum, ayrıca kutsal kitap da bundan bahsederdi ve klanlar arasında da bu durum görülürmüş.

Görevliyi çarptığı kafasını ovuşturup elindeki suyu silkelerken gördüm ve bana saldırmasın diye hemen oradan uzaklaştım.

Binayı terk ederken yangın merdivenini kullandım, zemin kattaki ana çıkışı kullanmak oldukça riskli görünüyordu.

Kendimi dışarı nasıl attım onu bile hatırlamıyordum, öyle ki koşarken bir ara sendeleyip yere düştüm.

"İyi misin? Dur, geliyorum!"

Başımı yavaşça kaldırdım. Siyah ve yün bir trençkot giymiş, orta yaşlı bir adam bana doğru koşuyordu. Yandan ayrılmış siyah saçları vardı ve bana yaklaştığında buz mavisi gözleri olduğunu gördüm.

Bana kalkmama yardım etmek için elini uzattı.

More Chapters