Cherreads

Chapter 8 - -8-

Kafam karışmış bir şekilde eve geldim. Hemen kendime sıcak bir bitki çayı yapıp odamın penceresinin yanındaki geniş çıkıntıya oturdum. Manzara çok güzeldi, kar da hızlanmıştı üstelik. Ay ışığı, bembeyaz karlara gecenin karanlığında vuruyordu. Öyle büyüleyici bir andı ki...

Bir yandan da bugün olanları düşünüyordum. Dora ve Sarp'ın dedikleri hâlâ aklımdaydı.

"Eğer barış olmazsa bunların hepsi devam edecek."

"Barış olmazsa bütün bunlar devam edecek. Bahsettiğim barış, antlaşma değil."

Düşmanınla barışmak mı? Böyle büyük bir savaş meydana geldikten sonra mı?

"Tek bir şey soracağım. Savaşta tek taraflı bir mağduriyetinin olduğunu düşünüyor musun?"

Oof, düşünmekten patlayacağım! Eğer Lichteryalılarla barışma fikrini desteklersem bu beni vatan haini yapar mı? Ya da anneme ihanet mi etmiş olurum, gibi düşüncelerle boğuştum bir süre.

En son çayımı masanın üstüne koyup Alis'le konuşmak için telefonumu aldım. Gerçekten de biriyle konuşmaya çok ihtiyacım vardı.

Numarasını bulup onu aradım, bir iki kez çaldı ancak hemen meşgul çalmaya başladı. Belli ki beni reddetmişti.

Birden bir mesaj geldi: "Şu an arkadaşlarımlayım, seni sonra arayacağım."

Bir iç çektim.

"Ah Alis... Neyse, şu sıralar meşgulsün sanırım." dedim kendi kendime.

Acaba abilerimle mi dertleşsem? Ama yok, iletişim bile kuramıyorum onlarla. Öyle bir ilişkimiz var mı gerçekten? Denesem mi?

Tüm bu düşünceler hızlıca zihnimden geçti ve sonunda kararımı verdim: en azından bir şansımı deneyecektim. Belki bu isteğimle biraz olsun iletişim kurmayı başarabilirdim.

Odamdan çıktım. Max'in odasının kapısı her zamanki gibi açıktı.

Yavaşça kapısını tıklattım.

"Abi!"

"Hı?"

Dönüp bana bakmadı bile. Bir kağıda bir şeyler yazıyordu. Belli ki çok odaklanmıştı.

"Ne yapıyorsun?"

"İlaç formülleri. Birkaç güne laboratuvara teslim etmem lazım."

"Çok mu acil? Birkaç dakika bana ayıracak kadar zamanın yok mu?"

"Formülleri daha sonra da yapabilirim ama şu an yapsam daha iyi olur. Sen söyle yine de kapıdan ne olduğunu."

Bir an afalladım. Yani kısaca "Hayır, sana ayıracak vaktim yok." diyordu.

"H-hayır, öyle bir şey değil. Yalnızca bir konuda kafam karışmıştı da."

Sinirle iç çekti.

"Şu anda da benim kafamı karıştıran sensin. Söyleyeceksen söyle."

Donakaldım. Böyle bir tepki beklemiyordum. Sanki o anda içimden bir şeyler koptu.

"Unut gitsin. Sana kolay gelsin."

Tepki bile vermedi, ben de zaten oradan ayrıldım. Gidip bir Martin'e bakmak istedim, o da bugün evdeydi.

Kapısını tıklattım, kısa bir süre sonra gelip kapıyı açtı.

"Marin! Bir şey mi oldu?"

Kapıyı açtığında telefonunu kulağından çekti, belli ki biriyle konuşuyordu.

"Abi, biraz ayıracak vaktin var mı? Bir konuda konuşmak istiyorum da."

"Ama şu an biriyle konuşuyorum-"

"Sonra da konuşabiliriz, sen telefon konuşmanı bitir."

"Ee, bakarız."

Bakarız mı? Bu ne biçim bir yanıt?

Öfkelenmiştim ama boğazım da düğümlenmişti, bu yüzden kızamadım bile.

"Gerek yok. Böldüğüm için üzgünüm."

Martin'in kapısını kapatıp kendi odama geri gittim, kendimi direkt yatağın üstüne attım.

Derin bir iç çektim.

Belki de meşgul oldukları için dinlemeyi reddettiler, demek istedim ama bu, ilk sefer değildi.

Eski zamanlarımı düşündüm, savaş yeni bitmişti ve ben üniversite sınavına hazırlanıyordum.

"Max abi, ben kimyada bir soruyu yapamadım, bana yardımcı olur musun?"

"Şu an işim var, sonra gel."

Birkaç saat sonra

"Max abi, şimdi uygun musun? Birkaç soru daha çözdüm, onlardan da anlamadığım çıktı. Onları da göstersen olur mu?"

"Şimdi yemek yapacağım, sonra gel."

O gün, kaç kez gidersem gideyim, hiçbir soruma bakmadı. Soru sormaya gitmesem de birkaç kere onunla sohbet etmek istedim ama o kadar meşguldü ki bana ayıracak vakti yoktu. Ya da işi benden daha önemliydi.

Sadece o da değil, Martin de sınavıma kalan son aylarda oldukça ilgisizdi, eve sık sık sarhoş geldiğinden zaten ilgilenecek halde de olmazdı.

Ama esas beni mahveden olay başkaydı.

O gün 9 Mart'tı, benim doğum günümdü.

Uzun zamandır doğru düzgün doğum günü kutlamamıştım, zaten savaş ortamından dolayı böyle bir şansım pek olmamıştı.

Ama artık savaş bitmişti ve ben bu süreçte hâlâ yaşıyor olduğum için Tanrılara şükredebilecektim. Yani bu kutlamayı hem savaşın bitişi, hem bir şükrediş hem de doğum günüm için yapacaktım.

O gün okuldan dönüşte kendime bir pasta aldım ve heyecanla abilerime ve babama mesaj attım, her ne kadar babamın bakmayacağından emin olsam da. Hep birlikte kutlamak istediğimi söyledim, çünkü bunun bizi bir araya getirmek için bir fırsat olduğunu da düşündüm. Hem belki aramızdaki buzlar da erirdi.

Ancak eve geldiğimde evde kimse yoktu. Sadece batmakta olan güneşin birkaç ışını evi aydınlatıyordu.

İlk başta inkâr ettim ve güldüm: "Hey, yoksa sürpriz mi yapacaksınız bana? Neredesiniz?"

Ama hiç ses çıkmadı. Ben de içeri girdim. Pastayı dolaba koyup mutfak masasından güneşin batışını izledim.

Onları bekledim, bekledim.

Ne bir arama, ne bir mesaj geldi. Sabah da erkenden okula gittiğimden herhangi birinden bizzat bir kutlama alamamıştım.

Halbuki normalde, Martin çok nadir evde olsa da en azından babam olurdu. Max de mutlaka eve çalışmaya gelirdi, yemek hazırlardı.

Neden bugün hiçbiri yoktu?

Güneş battı, evin içi iyice karanlık oldu. Yalnızca pencereden hafif bir ay ışığı sızıyordu ve ben hâlâ olduğum yerde bekliyordum.

En son telefonuma bir mesaj geldi. Bu, Martin'dendi.

Doğum gününe çok gelmek istedim, gelemedim. Özür dilerim. Bugün içmemek için kendime söz vermiştim halbuki. Beni böyle görmeni istemiyorum. Doğum günün kutlu olsun. Seni seviyorum.

Bir an donakaldım. Elim titremeye başladı.

"Hayır..."

Birkaç damla gözyaşı düştü telefonuma.

"Sevmiyorsun. Yalan söylüyorsun."

Sesim titredi. Tam o sırada bir telefon geldi.

Bu, Max'ti.

Telefonu açtım ve sesim titreye titreye yanıtladım.

"A-alo..?"

"Marin, merhaba. Nasılsın?"

"Bilmiyorum."

"Ha, ne oldu?"

"Martin yine içmiş. Gelemiyormuş doğum günüme. Sen geliyorsun, değil mi?"

Bir sessizlik oldu.

"Abi, geliyorsun değil mi?"

"Üzgünüm. Bu gece laboratuvarda ekstradan mesai yapmam gerekiyor. İzin almaya çalıştım ama-"

"Tamam abi. Kalanına gerek yok."

"Marin, yapma böyle-"

"Tamam abi, seni suçlamıyorum. İşin var sonuçta. Ben kimim ki?"

"Hayır, öyle değil! Gelmeyi gerçekten çok istedim! Seni seviyorum, sakın unutma."

Sanki sesi titriyordu. Üzüldüğü için miydi?

Ben sessiz kalınca ekledi: "Doğum günün kutlu olsun."

Artık gözyaşlarımı tutamıyor, ağlıyordum. Dayanamayıp telefonu kapattım. Ellerim daha da titriyordu.

Yüzümü ellerimin arasına aldım ve masanın başında ağlamaya devam ettim.

Bir-iki saat geçti. Kapıdan bir anahtar çevirme sesi geldi. Kızarmış gözlerle kapıya baktım. Babam gelmişti.

Babam arada bir gece yürüyüşüne çıkardı, geldiğinde yanakları ıslak, gözleri kızarık olurdu. Ağladığı her halinden belli olurdu. Yürüyüşlerinden ağlamadan geldiği hiçbir istisna olmamıştı.

Babamı kapının önünde görünce dayanamadım ve boynuna sarıldım.

"Baba!"

Geri çekildim, babam bana baktı. Yine gözleri kızarık, yanakları ıslaktı. Sorun değildi, ben de farklı bir durumda değildim. Ama tam o sırada elindeki küçük hediye paketini fark ettim ve modum değişti.

"Baba, hatırlamışsın! Teşekkür ederim, teşekkür ederim baba!"

Elindeki paketi almaya çalıştım, o da avucunu gevşetip almama izin verdi.

Yanağımdaki gözyaşlarımı silip hediyeyi açtım. İçinden deniz kabuğunun dışına rose altın ince bir tel sarılmış. siyah ipli bir kolye çıktı.

Babam deniz kabuklarını sevdiğimi biliyordu, bu yüzden almış olmalıydı.

Hâlâ kapının önünde duruyorduk. Babam hiç kıpırdamadan bana bakıyordu.

Gülümsedim.

"Baba, çok güzel bir kolye, teşekkür ederim!"

Tekrar sarıldım.

Tam o anda onun da bana sarıldığını hissettim.

"Doğum günün… kutlu… olsun."

Kelimeleri yavaş yavaş, zar zor söylese de bunu duymak o umutsuz anımda çok hoşuma gitmişti.

"Baba!"

Ona daha da sıkı sarıldım. Ardından geri çekilip elini tuttum ve onu mutfağa sürükledim.

"Hadi baba, pasta aldım. Birlikte kutlayalım."

Başını salladı ve bana itaat ederek benimle birlikte mutfağa geldi. Işığı açtım ve mumları yaktım. Ardından hemen kolyemi taktım ve ışığı yeniden kapattım.

Babam bir pastaya bir bana bakıyordu, tek bir kelime dahi etmiyordu.

Artık alışmıştım, sanırım.

Yine de buradaydı ya, en azından yalnız değildim.

"İyi ki doğdun, Marin... İyi ki doğdun, Marin..."

Kendi kendime doğum günü şarkısı söylüyordum.

Bir yandan da gözyaşlarım süzülüyordu.

"İyi ki doğdun, iyi ki doğdun... İyi ki doğdun, Marin!"

Ardından dilek tutup pastayı üfledim.

Birdenbire bu anı aklıma gelivermişti. Dilediğim dileği hatırladım: ailemin eskisi gibi bir araya gelmesiydi.

Şimdi düşününce, hiçbir şey değişmemişti. Abilerim hâlâ bana karşı oldukça ilgisizlerdi, her ne kadar bazen önemsiyormuş gibi gözükseler de, ikisi de dengesizin tekiydi.

Babam zaten hala depresyondaydı. Bir şey değişmemişti.

Bu anıyı hatırlamak gözlerimden yaşların süzülmesine sebep oldu.

Birden ayağa kalktım, makyaj masanın olduğu yere doğru gittim. Masanın çekmecesini açıp babamın o gün hediye ettiği kolyeye aldım ve uzun uzun baktım.

Ardından o geceki gibi ay ışığının odayı aydınlattığı pencereden baktım.

"Litarius, Kirelle! Dileğimin gerçekleşmesi için daha ne kadar dua etmem gerekiyor?"

More Chapters