Şimdiden günlerden perşembeydi. Bu hafta evdeki sıkıcı ortama rağmen hızlı geçmişti, yine de ben bu ortama alışmıştım. Şimdi ben de onlar gibi yapıyor, kimseyle iletişim kurmaya çalışmayıp yalnızca kendi işime bakıyordum.
Bugün de yoğun bir programım vardı. Sabah ilk dersime girmiştim, birazdan öğle molasından önce olan diğer iki dersime girecektim.
Akşam da sinema kulübü açık hava film etkinliği vardı, ona gidecektim. Normalde Alis'le bu hafta hiç görüşemediğimizden ona yazmıştım ama o yeni oda arkadaşıyla bir program yapmış, daha sonra gönlümü alacağını söyledi. Her ne kadar bozulsam da bu durumu sıkıntı etmedim.
Bu dönem bir tane güzel sanatlar seçmelisi almam gerekiyordu, ben de resim dersi almaya karar verdim. Şimdiki dersim oydu.
Yine soğuk kahvemi almış bir şekilde binaya girdim. Otomata baktım, krakerlerden yalnızca 1 tane kalmıştı.
Sırıttım.
Tanrı Kirelle benim payımı bırakmış olmalı. Ya da otomattaki kraker canavarı ayıp olmasın diye bizleri de düşünüp bir tane bırakmış mı? Haha.
Elimde kahvemle dersin yapılacağı atölyeye girdim. Fazla kişi yoktu henüz. Saate baktım, daha 6 dakika vardı. Ben de arkama yaslanıp krakeri yemeye başladım, bir yandan da telefona bakıyordum.
O sırada sınıfa birkaç kişi daha girdi. Birden gördüklerim karşısında şok oldum, çünkü kapıdan giren kişilerden biri de hastanede karşılaştığım mor kıvırcık saçlı kızdı.
O da eşyalarını koyar koymaz beni fark etti, göz göze geldik. Tam selam verecektim ki ışık hızında sınıfı terk etti.
"Ay, dur!"
Yerimden kalkıp peşinden koşacaktım ki elim soğuk kahveye çarptı, tam da o sırada yanıma oturacak bir çocuğun üstüne döküldü.
Sıçtım, diye geçirdim içimden.
"Ne yapıyorsun ya!?"
Çocuk üstündeki kahveyi elleriyle silmeye çalıştı. Bembeyaz dağınık saçları vardı ve siyah boğazlı kazakla siyah pantolon giymişti. Pantolonunda zincirli bir kemer vardı ve birkaç tane metal ve deri, çeşitli kolyeler takıyordu. Parmaklarında da çeşitli yüzükler vardı.
"Çok, çok özür dilerim. Bende peçete var, bekle!"
Benim duyacağım şekilde sinirli sinirli derin bir nefes aldı ve verdi.
Çantamda peçeteyi ararken arkamda bir hışırtı duydum. Dönüp baktığımda çocuğun kraker paketimi aldığını gördüm.
"Ya ne yapıyorsun, versene!"
Elimle almaya çalıştım ama paketi tuttuğu elini yukarı kaldırdı.
"Giysimi mahvettin."
"Ee yani?"
"Bunu alırsam affederim."
"Yoksa?"
"Çalarım."
Kafam karışmış bir şekilde çocuğa baktım. En sonunda pes ettim.
"Ay iyi, al! Afiyet olsun."
Masanın karşı tarafındaki öğrenciler bizi izleyip aralarında gülüşüyorlardı.
"Abi patlamış mısır yok mu?"
"Valla dün annem patlatmıştı da kardeşim hepsini yemiş, kusura bakmayın gençler."
Birkaç kişi buna güldü.
"Kardeş terörü."
"Geçmiş olsun kardeşim."
Pek aldırış etmedim, o beyaz saçlı çocuk da inadıma yanıma oturdu.
Ben de çantamdan çıkardığım peçeteyi ona fırlattım.
"Al."
"Kafama fırlatsaydın."
Dediğini umursamadan kapının oraya doğru diktim gözlerimi.
Eşyalarını bıraktığına göre mutlaka gelir, dersten kaçacak hali yok ya, dedim içimden.
Dersin başlamasına 1 dakika kalmasa peşinden giderdim ama şu çocuğun üstüne kahve dökmemden dolayı vakit kaybettim, diye düşündüm.
Derken hoca derse girdi. Halimizi hatrımızı sorup kendini tanıttıktan sonra dersin içeriği hakkından konuşmaya başlamıştı ki o kız kapıyı çalıp içeri girdi.
"Hocam, gelmemin sakıncası var mı?"
"Lütfen, buyur."
Utangaç bir şekilde gülümseyerek içeri geçti ve yerine oturdu. Bana bakmamaya çalışıyordu, bense sanki inadına ona bakmaya devam ediyordum. Oldukça gergindi, masanın üstüne koyduğu eli titriyordu.
Benden mi korkuyor, yoksa yeni ortamlar onu geriyor mu? Yoksa geç kaldığı için mahcup mu, gibisinden sorular geçti kafamdan. Ardından dersi dinlemeye devam ettim.
...
Akşam olmuştu ve sinema kulübünün etkinliğinin olduğu yere gelmiştim.
Şansımıza hava çok soğuk değildi, yine de kışın böyle bir etkinlik yapmak yürek isterdi. Bir mont yetiyordu.
Hepimize ısınmamız için sıcak çikolata ikram ettiler, bir de birkaç yere elektrikli soba koymuşlardı.
Her şeyi düşünmüşler, dedim içimden.
Oturacak yer ararken birden Lina'yı gördüm, yanı boştu. Ben de hemen gidip yanına oturdum.
"Lina, selam!"
Lina beni görünce ilk şaşırdı, sonra sevindi.
"Ah, Marin! Merhaba, nasılsın?"
Derin bir iç çektim.
"İyiyim, galiba. Peki ya sen?"
"Aynısından."
Bir süre sessizlik oldu, Lina sıcak çikolatasını yudumlayıp tekrar konuştu.
"Aa, doğru ya! Sen de yurtta kalıyordun, değil mi? Yoksa seni de mi..."
Bir iç çektim.
"Aynı şehirde kalan herkesi yurttan çıkardılar. Hem de tek bir günde! Çoğu kişi doğru düzgün toparlanamadı."
"Ah, bu okul yönetimi iyice kötüye gidiyor! Neymiş, Lichteryada daha fazla talep olmuş, o yüzden yurt konusunda sıkıntı yaşanmış. Savaş döneminde bile bizim ayrı ve güvenli bir yerde eğitim almamızı sağlamıştı bu okul, masraftan asla kaçınmadı. Ne vardı yine bu tarz bir şey yapılsaydı!"
Ne demek istediğini anladım, çünkü savaş döneminde birçok öğrenci okulunu bitirememişti, benimle aynı dönemde giren birçok insan benden 1 ya da 2 yaş büyüktü.
Ama bu üniversitenin ilkokuldan başlayıp liseye kadar uzanan kurumları da vardı ve savaş sırasında hiçbir öğrenci mağdur olmadı. Yüksek güvenlikli bir alanda prefabrik yapılar kuruldu ve tüm öğrenciler burada eğitim gördü. Bu okulla beraber birkaç okul daha aynı uygulamayı yaptı, ama sayısı pek fazla değildi. Ben de liseyi burada okuduğumdan okulu zamanında bitirebilmiştim.
"Hatta o gün bu olayı size ben bildirmiştim, seni de gördüm. Ama meşgul etmedim, acelen vardı çünkü."
Lina şaşırdı.
"Bildirdiğin için sağ ol. Evet, haklısın. O sırada kimseyi görmedim."
Son cümleleri kendi kendine söyledi. Sonrasında elinde açılmış bir pakette zencefilli kurabiye gördüm.
"O kurabiyeleri de kulüp mü verdi?"
"Ah, yok. Bunu ben kendim yaptım. İster misin?"
Gülümsedim.
"Olur."
Paketi uzattı: "İstediğin kadar alabilirsin."
Bir tane aldım.
"Al daha. Yetmez o."
"Ama-"
"Kurabiyeyi çok seversin sen. Zaten bende çok var. Hatta paketin hepsi senin olsun."
Tüm paketi kucağıma koydu.
Susup kararsız kaldığımı görünce gülümsedi.
"Bir zamanlar baban da bize kurabiye yapmıştı, hatırlıyor musun?"
Buruk bir şekilde gülümsedim.
"Teşekkür ederim." dedim ve yemeye başladım.
Filmin başlamasını beklerken Lina'yla biraz sohbet ettik. Arada bir güldük. Sanırım onun da buna ihtiyacı vardı.
Sonrasında filmi izledik. Güzel, eski bir komedi filmiydi; oldukça eğlendik.
Ayrılmadan önce Lina ile ayak üstü biraz daha konuştuk.
"Film çok güzelmiş ya."
"Değil mi, çiftin aşkları da çok güzel işlenmişti.
"Aşkla ilgili şeyleri pek takmıyordun hani? Filmde doğru düzgün aşk bile yoktu."
Lina biraz kızardı.
"Yani... Hâlâ takmıyorum, ama o çift hoşuma gitti nedense."
Saçlarını kulağının arkasına aldı ve başka yere doğru baktı. Ardından konuyu değiştirircesine sordu:
"Baksana, sizinkilere uzun zamandır gitmedim. Bir ara gelsem nasıl olur?"
Birden gözlerim parladı, sonra da evdeki kopuk hayatımız aklıma geldi ve hüzünlendim.
"Tabii, güzel olur."
"Hâlâ aynılar mı? Kimse birbiriyle konuşmuyor mu?"
Lina birkaç kere daha bize geldiğinden durumu biliyordu.
"Evet. Değişen hiçbir şey yok."
"Ah, hepsini dövesim var! O odun kafalılar nasıl olur da seni böyle üzebilirler?"
"Lina, sen nasıl atlattın? Yani, ailenin kaybıyla nasıl başa çıktın? Ben annemin kaybıyla asla başa çıkamadım. Ailem de onu kaybettiğimizden beri bu halde. Birbirimize daha fazla bağlanırız sanıyordum ama hiç de öyle olmadı."
Bunları Lina'nın yüzüne bakmadan söylemiştim. Lina şöyle bir düşündükten sonra yanıtladı.
"Atlatamadım, alıştım sadece. Onların yerine yaşıyorum. Anneannem için yaşıyorum. Gerçi, bir asker olarak ne kadar yaşayabilirim, bilmiyorum."
Doğru, Lina anneannesiyle yaşıyordu. Zaten Lina'nın ataları yıllar önce Belmare'a yerleşmişler, neredeyse buranın yerlisi sayılırlardı.
Lina'nın üzüldüğünü görünce hemen konuyu değiştirmeye çalıştım.
"Çok özür dilerim, bunları konuşmanın hiç sırası değildi. Her şey yoluna giriyor, birkaç gün önce yeniden inşa edilen yolları ve binaları gördüm. Ağaçlar büyümeye başlamış bile. Bunları gördükçe mutlu oluyorum."
Lina gülümsedi.
"Ben de görüyorum, ağaçlandırma yapılıyor sık sık. Ve lütfen özür dileme, sonuçta ilk ben hatırlattım ailenin durumunu sana."
"Lütfen bir ara bize gel, geçen internette bir soğuk kahve tarifi buldum, onu yapacağım sana."
Lina kıkırdadı.
"Tamam, anlaştık o zaman."
Birden biri seslendi.
"Oo, kimleri görüyorum?"
İkimiz de dönüp seslenen kişiye baktık. Bu Martin'di ve yanında bir arkadaşı daha vardı.
Arkadaşının sarışın ve uzun dalgalı saçları vardı. Sanırım Martin'in fakültesine gittiğimde onu da birkaç kez yanında görmüştüm, ama ismini hiç öğrenememiştim.
Lina memnuniyetsiz bir şekilde baktı:
"Bakıyorum da bu sefer Leon'la gelmişsin bir etkinliğe. Hiçbir kız teklifini kabul etmedi mi yoksa?"
Martin güldü.
"Reddedildiğimi ne zaman gördün?"
"Şerefsiz."
Lina'ya aldırmadan bana döndü.
"Ne yaptın?"
Bana göz kırptı.
"Merak etmen şaşırtıcı. Yoksa abilik yapasın mı geldi?"
Martin bu sözlerimi duyunca şaşırdı.
"Bunu sonra konuşalım."
"Yani hiçbir zaman."
"Bana niye sürekli kızgınsın?"
"Çok açık değil mi? Ben yurtta kalıyorken doğru düzgün arayıp sormadın, eve geri geldim ve tek bir kelime etmedin bana! Şimdi çok önemsiyormuş gibi davranma."
"Marin, sırası değil-"
"Ah, sosyal alanlarda karizman mı çiziliyor canım abim?"
Biz tartışırken arkadaki sarışın arkadaşı durumu fark etti ve telaşlı bir şekilde konuyu kapamak için uğraştı:
"Benim adım Leon bu arada."
İkimiz de ona doğru baktık. Leon elini uzattı, ben de sıktım.
"Marin."
"Biliyorum, Martin senden çok bahsetti. Seni çok seviyor."
Beni çok mu seviyormuş? Gerçekten benden bahsetmiş mi, dedim içimden.
Leon hâlâ elimi bırakmamıştı.
"Tamam, çek artık elini." dedi birden Martin.
Leon elini geri çekti. Martin'e şaşkın, biraz da mutlu gözlerle baktım.
Demek beni çok seviyormuş.
Lina, Martin'e döndü: "Bir ara size geleceğim, Marin'e söz verdim. O gün de sarhoş olup kızı üzme."
Martin gülümsedi: "Her zaman bekleriz."
"Tamamdır, ben kaçtım. Sonra görüşürüz."
Hepimiz Lina'ya "görüşürüz" dedik ve biz de oradan ayrıldık.
…
Bugün okulun ilk haftası bitiyordu, günlerden cumaydı.
İlk derslerim proje yapmakla geçti, ardından öğle molası geldiğinde yemekhaheye gittim.
Yemekhane bugün olduğundan daha çok kalabalıktı. İnsanlar sürekli birbirine çarpıyordu. Öyle ki bir ara biri bir başkasına çarpıp tepsisini düşürdü ve herkes alkışlamaya başladı.
Buraya gelmek bir hataydı, kafeye gitmeliydim, dedim içimden.
Yine de beklemeyi tercih ettim, yemeğimi aldım ve oturacak bir masa aradım. Neredeyse hepsi doluydu. En son bir tane pembe saçlı kızın iki kişilik bir masada tek başına oturduğunu gördüm. Sonradan fark ettim ki bu, beni vuran Mina adlı kızdı.
İlk başta tereddüt ettim ama sonrasında anlık bir dürtüyle gidip tepsimi masasına koydum.
Mina beni görünce şaşırdı.
"Sen..."
"Boş masa yoktu." dedim ve çorbamı içmeye başladım.
Mina etrafına baktı. Bu kalabalığa rağmen birkaç boş masa vardı, özellikle onun yan tarafındaki masa tamamen boştu.
Mina bunu fark etmiş gibiydi ama şaşırtıcı bir şekilde umursamadı.
"Tamam."
Ardından çorbasını içmeye devam etti.
Bir an şaşırdım.
Ne yani, diğer kız gibi kaçmayacak mısın? Neyse, kaçmasını istesem yanına oturmazdım, dedim içimden.
Bir süre sessizce çorbamızı içtik. En son Mina konuştu: "Sırtın iyileşti mi?"
"Çoktan iyileşti."
"Bir tuhafsın sen de."
Bir an şaşırdım.
"...neden?
"Beni yönetime şikayet etmemişsin. O kız da şikayet etmemiş beni. Sizi yaraladım, benim yüzümden ölebilirdiniz. Mal mısınız, aptal mı anlayamadım gitti."
"Belki de fazla merhametliyimdir."
Mina güldü.
"Seni yaralayan kişiye merhamet edip yanında yemek yiyecek kadar aptalsın demek ki."
"Evet, ben bir aptalım. Bu benim tercihim."
"O zaman iyi anlaşacağız çünkü ben senden daha aptalım."
O kadar dürüsttü ki bu kızın dünyada yalan söyleme olasılığı yoktu. Aklındakini olduğu gibi söylüyor, hiçbir filtreden geçirmiyordu.
"O gün senin sayende benimle hiç ilgilenmeyen ailem uzun zaman sonra bana ilgi gösterdi."
"Ölseydin nah görürdün ilgiyi."
"Ama ölmedim."
Çorba kasesini ağzına dayayıp çorbayı bitirdi.
"Evet, o da var."
Tabaktaki karnabahardan bir çatal aldı. Ardından yüzünü buruşturdu.
"Ay bu ne! Yeme sakın karnabaharı."
"Çok mu kötü?"
"Yeme sen yeme."
"Tamam."
Makarnasını yemeye daldı. Ardından konuştu.
"Sağ ol."
"Ne için?"
"Eğer benden şikayetçi olsaydınız belki de atılırdım bu okuldan. O çatışma sonrası birkaç kişinin atıldığını duydum. Küçük kardeşimi savaş sırasında kaybettim, ailem hâlâ onun kaybından dolayı perişan haldeler. Benim de böyle korkunç bir şey yaptığımı öğrenip bir de üstüne okuldan atılsaydım ne olacağını bilmiyorum bile."
Bir süre sustu. Belli etmemeye çalışsa da üzüldüğünü anlayabiliyordum, bir noktada da minnettardı.
"Başın sağ olsun. Ben de... annemi kaybettim."
"Senin de başın sağ olsun."
İkimiz de sustuk. Bir süre yalnızca yemeğimizi yedik. Mina yemeğini bitirince ayağa kalktı, ama tepsisini almadı.
"Bekle beni burada."
"Ha? Ne oldu?"
Ben bunu söylediğimde çoktan gitmişti.
Bir süre sonra elinde iki dilim çilekli pastayla geri geldi.
"Bu benden. Afiyet olsun."
Gülümsedim.
"Kendini bir pastayla affettirmeye mi çalışıyorsun yoksa?"
"Çok mu belli?"
İkimiz de güldük. Ardından ciddileştim.
"Bak, sana hâlâ güvenmiyorum. Ama bir yandan da... Altıncı his ya da farklı bir duygu... Senden korkmuyorum ve böyle bir şeyi bir daha yapacağını düşünmüyorum. Kendini garip bir şekilde ifade etsen de kendi çapında bir şeyleri telafi etmeye çalıştığını anlıyorum."
"Yaptığımın bir telafisi yok. Özür dileyecek yüzüm de yok zaten."
"Zaten vurmak istediğin kişi ben değildim, değil mi? Artık bu konuyu kapatalım. Seni şikayet etmeyeceğim.
Mina'nın gözleri bir anlık şaşkınlık ve umutla parladı. Ardından gülümsedi.
"Peki, gerçekten minnettarım sana."
Bir süre sonra vedalaştık ve resim dersi için fakülteme geri döndüm.