Cherreads

Chapter 11 - -11-

Mart'ın ilk günüydü. Kar yağıyor, daha yeni açmış kiraz ve erik çiçeklerinin üstünde beyaz bir katman halinde birikiyordu.

Bense o gün sabah erken kalkmıştım ve kampüse erken gelmiştim. Ders başlayana kadar kampüste yürüyor, hayran hayran bu geçiş mevsiminin manzarasını inceliyordum.

Birden içimde bir coşku oluştu. Çiçeklerin yapraklarının ve kar yağışının karıştığı bu şölende dans etmek istedim.

Fakülteme doğru koştum, ardından gülerek dans etmeye, etrafımda dönmeye başladım.

Kar taneleri ve çiçek yaprakları saçlarımda geziniyor, bense binamın önünde çocuklar gibi koşturmaya devam ediyordum.

Savaş zamanlarında düşen kar yalnızca soğuk ve ölümcül hissettiriyordu, şu an ise çiçek yapraklarıyla birlikte yaşadığımı...

"Hey, birileri kar yağdığına sevinmiş bakıyorum."

Birden dönmeyi durdurdum. Sola baktım. Mina, gülümseyerek bana bakıyordu.

"Aa, Mina!"

O sırada refleks olarak sağ tarafıma da baktım ve arkası dönük bir şekilde binanın içine doğru ilerleyen Sarp'ı gördüm.

Ah... Beni gördü mü acaba?

Doğru, ona montunu geri verdiğimden beri doğru düzgün iletişimimiz olmamıştı. Ya da daha önce hiç düzgün bir iletişimimiz olmuş muydu?

"Ben buradayım, nereye bakıyorsun?"

Mina'nın sesiyle irkildim.

"Ah, pardon. Dalmışım."

"Sorun yok. Ben de cehennemin dibindeki fakülteme gidiyordum, biraz çiçek toplamıştım."

Elindeki beyaz ve pembe çiçeklere baktım.

"Ah!" dedi bir anda Mina. "Beklesene bir dakika."

Çiçeklerden birkaç tanesini kopardı ve kulağımın arkasına yerleştirdi. Ardından gülümsedi.

"Ayyy, çok güzel oldun!"

Bir an kızardım.

"Öyle mi?"

"Evet! Ne kadar güzel bir kız olduğunun farkında değil misin yoksa?"

Bu sözler beni daha da utandırdı.

"Teşekkür ederim. Sen de öylesin."

"Yalan söyleme. Burnumun üstündeki sivilceyi görmüyor musun? Berbat bir yerde çıktı."

"Gül, dikeni var diye güzel olmaktan vazgeçer mi?"

Son cümleyi bize doğru gelmekte olan Dora söyledi.

"Merhabalar. Bu iltifat fırtınasına ben de katılabilir miyim?"

Sıcak bir şekilde gülümsedi. Dora, Mina ve onunla birlikte telefonda grup kurduğumuzdan beri daha da açılmıştı. Bizleyken daha kendine güveni gelmiş bir şekilde konuşuyordu. 

Daha geçen ay yapayalnızken şu an yanımda Mina, Dora ve Lina vardı. Arkadaşlığımız yavaş yavaş daha da güçleniyordu.

Ama aklımda hâlâ Alis vardı. Onunla birkaç kez daha iletişime geçmeye çalıştım, hatta onu incitip incitmediğimi ve bir sıkıntısı olup olmadığını sordum. Bazen yalnızca mesajımı görüp yanıt vermiyordu, bazen de geçiştirici yanıtlar sıralıyordu.

Bazı arkadaşlıklar dönemlik olurdu elbet, kendi hayatına dalıp giderdin. Ama sanki ben yurttan ayrıldığımdan beri umrunda bile değildim. Birbirimizle birçok sırrımızı paylaşmıştık, zor anımızda birbirimize destek olmuştuk. Çok kısa bir sürede bu kadar değişmesi bana mantıklı gelmiyordu.

Belki de onu gördüğüm yerde yüz yüze konuşmalıydım.

...

POV: Tanrısal

Şehir dışında, sığınak görevi gören ancak oldukça lüks bir tasarımı olan binaya siyah takım elbiseli üç genç adam girdi.

Uzun bir koridor boyunca yürüdüler; en sonunda ofise benzer, loş ışıklı bir odaya girdiler. 

Odada ceviz ağacından yapılmış, cilalı bir masa vardı ve deri koltukta takım elbiseli başka bir adam oturuyordu. Bu onların patronuydu.

Üç adam da bu koltukta oturan adamın önünde saygıyla eğildiler.

Patron eliyle durmaları için bir işaret yaptı.

"Bunu yapmanıza gerek olmadığını söylemiştim."

Derin bir nefes aldı.

"Neyse, söyle. Ne öğrendin?"

"Efendim, kristal hâlâ kayıp. Ajanlarımız söylediğiniz devlet büyüklerinin evlerini ve mekanlarını araştırdı, ancak bir sonuç elde edemediler."

Patron masada duran viskiden bir yudum aldı.

"Fark etmediklerinden emin misiniz?"

"Eminiz efendim. Çok dikkatliydik."

"Hımm."

Patron düşünceliydi.

Eğer bu kristal onların elinde değilse demek ki doğruyu söylüyorlar. Ya da iş birliği yaptıkları biri var ve kristali onlar saklıyor, diye düşündü.

"Anladım. Çıkabilirsiniz."

Adamlar tekrar eğildiler:

"Peki efendim." 

Patron sinirlendi, ama sakinliğini korudu:

"Öğretemedik bir türlü size. Burada saygın bir iş yapmıyoruz. Ben de saygın bir insan değilim. Boşuna önümde eğilmeyin."

Takım elbiseli adamlar birbirlerine şaşkınlıkla baktılar.

"Peki, efendim."

Adamlar dışarı çıktı. Üçü birden aralarında konuşmaya başladılar:

"İyi de eğilmezsem saygısızlık ediyormuşum gibi hissediyorum."

"Buna alışmamız lazım. Patron kaç oldu uyarıyor."

"İyi de, patron benim hayatımı kurtardı. Nasıl önünde eğilmeyeyim?"

"Sırf yöntemleri yüzünden böyle düşünüyor."

"Ne varmış yöntemlerimizde? Kimseyi öldürmüyoruz."

"Bilgi almak için zehirleyerek neredeyse öldürüyoruz ama."

"E panzehir var sonuçta. O adamın kanı-"

Birden üçü de sustular ve oldukları yerde kaldılar.

İnce, uzun boylu bir kız karşılarında duruyordu. Bembeyaz teni, lacivert-mor arası dümdüz saçları vardı ve siyah, dantelli bir elbise giymişti.

Adamların üçü de kızın güzelliği karşısında büyülenmişlerdi.

"Öyle bakmayı bırakmazsanız beni kestiğinizi babama söylerim."

Adamlar telaşlandılar.

"H-hanımefendi, yanlış anladınız-"

"Şakaydı."

Kız bunu öyle donuk bir şekilde söylemişti ki üç adam da nasıl tepki vereceğini bilemedi. Ardından abartılı bir şekilde güldüler.

"Hahahaha! Hanımefendi, bizi korkuttunuz. Nereden çıkardınız size böyle bir saygısızlık yaptığımızı?"

Kız gülümsedi. Ela gözleri parladı.

"Sadece sezgi."

...

POV: Marin

Doğum günüm yaklaşmıştı. Bu sefer hiçbir beklentim yoktu, tek başıma kutlamayı planlıyordum. Böylece hayal kırıklığına uğramayacaktım. Ama Lina bunu duyunca delirdi.

"Şaka mısın sen? Bensiz mi kutlayacaksın? Sana hediye bile almıştım."

Bir yandan da alışverişe çıkmıştık, giysilere bakıyorduk.

"H-hediye mi? Doğum günümü nereden biliyorsun?"

"Ah, Martin aptalı bahsedip duruyordu. Seni o kadar çok seviyor ki... ama pratikte berbat."

Şaşırdım. Hem Lina'nın beni düşünüp hediye almasına, hem de Martin'in doğum günümü hatırlayıp bundan bahsediyor olmasına...

Hayır, artık bu benim için hiçbir şey ifade etmiyordu. Üstelik geçen seneki berbat doğum günümü şu sıralar daha da çok düşünüyordum. Onları öyle kabul etmekten nefret etsem de değişeceklerine dair umutlanmak beni yalnızca daha çok yıpratacaktı.

"Tabii ki gelebilirsin, ben sadece çağırsam da kimse gelmez diye düşünmüştüm."

"Kimse gelmese ben gelirim. Asker sözü."

Elini alnına götürdü ve saygı duruşunda dururmuş gibi yaptı. 

Güldüm.

"Tamamdır."

"Ayrıca buradaki tüm giysiler neden bu kadar açık? Açık giyinmekten nefret ederim. Anneannem de şu özel davetli şeylerde dekolteli elbiseler giymem için zorluyor."

"Anneannen mi? Normalde yaşlıların giysilere karşı tutumu daha katı olmaz mı?"

"Ah... Anneannemi tanımıyorsun. Bir ara tanıştırırım, ne tür bir manyak olduğunu anlarsın."

Derin bir iç çektikten sonra anlatmaya devam etti:

"Bir keresinde anneannemin bir iş yemeği vardı. Benim için elbise seçiyorduk, çünkü ona göre kot pantolon ile davete gidilmezmiş. O elbiselerin hiçbiri rahat değildi, üstelik anneannem benim seçtiklerimin hiçbirini beğenmedi. En son kendisi benim için seçti, ama Marin, böyle bir şey olamaz! Elbise daracık, nefes alamıyordum. Bir de bana diyor ki şimdi kadına benzemişim."

Lina öyle bıkkın ve komik bir şekilde anlatıyordu ki gülmeden edemedim.

"Dekoltesi çok muydu ki?"

Lina mağazadaki askılardan bir elbise seçti ve gösterdi.

"Bunun yakasının yarısının kapalı olduğunu düşün.

Bana kalırsa, gösterdiği miktar o kadar da açık durmuyordu.

Güldüm: "İyi de Lina, bu dekolte sayılmaz ki!"

"Nasıl sayılmaz? Baksana, açık işte!"

"Hahaha, seni anlıyorum. Ne olursa olsun rahat etmek çok daha önemli, değil mi?"

Lina bana katıldı: "Kesinlikle! O yakayla rahat edemiyorsam bunu bana dayatmamalı."

"Haklısın." 

Birden Lina başka bir elbise çıkarttı. Koyu mavi tonlarında, saten, uzun balon kollu, kısa bir elbise gösterdi.

"Ama bu sana çok yakışır."

Gerçekten de tam benim tarzım bir elbiseydi.

"Ayy, çok güzel!"

"Gidip denesene."

Elbiseyi bana verdi.

"Olur."

Koşarak kabine gittim.

...

Akşam saatleri, hava yeni kararırken

Lina'nın gösterdiği mavi elbiseyi almış, bizim evin önüne gelmiştik. 

"Lina, elbise için çok teşekkür ederim, ama keşke ödememe izin verseydin."

"Lafını bile etme. Geçen seneki doğum günü hediyen say."

Mahcup bir şekilde poşetin içindeki elbiseye baktım. Ardından hâlâ kapının önünde olduğumuz aklıma geldi.

"Ah! Lina, Martin belki evdedir. Onu görmek ister misin?"

Bir yandan da anahtarımı arıyordum.

"Bir merhaba derim."

Ben anahtarı bulana kadar kapı açıldı. Karşımızda Max duruyordu.

İkimiz de şaşırınca açıklama gereği duydu: "Sesiniz içeriden duyuluyordu. Çok gürültücüsünüz."

Lina gözlerini devirdi, sonra sordu: "Martin evde mi?"

Max yanıtladı: "Hayır."

"Aah, tahmin etmiştim. İçmediği ya da kız tavlamaya gitmediği günü yok."

Lina bunu sarkastik bir ses tonuyla söylemişti. Ardından arkasını dönmek üzere bir adım attı.

"O zaman ben gidiyorum."

Hemen onu durdurdum: "Bekle! Çay içmez misin?"

Lina duraksadı. Ona köpek gibi sevimli ve yalvaran bakışlar attım.

Lina dayanamamış olacak ki güldü ve kabul etti: "İyi, peki."

Hepimiz içeri geçtik. Max ve Lina salonda koltuklara oturdular. Ben de çantamla poşeti koltuğa koydum.

"Siz oturun, ben hemen çay demleyip geliyorum."

POV: Tanrısal

Lina ve Max baş başa kaldılar. İkisi de bir süre hiç konuşmadı, ortama sessizlik hakimdi.

Max başka yerlere bakıyor, Lina ise tek kaşını kaldırarak dümdüz Max'e bakıyordu.

En sonunda Lina konuştu:

"Neden benimle burada oturuyorsun? Meşgul değil misin?"

Max, Lina'ya döndü.

"Bugün değilim."

"Hıı."

"İstersen gidebilirim."

Max kalkmak için bir hareket yaptı ama Lina onu durdurdu: 

"Yok... onu demek istemedim."

Max yavaşça yerine oturdu. 

Lina bir süre Max'e baktı, bir şey söylemek istiyordu ama nasıl lafa gireceğini bilmiyordu. En son cesaretini toplayıp söyledi:

"Aile meselelerinize burnumu soktuğum için özür dilerim ama... Kardeşlerine karşı neden bu kadar soğuksun? Martin ya da Marin anlatmasa bile bu, dışarıdan hissediliyor."

Max sinirlendi:

"Dediğin gibi burnunu sokuyorsun. Bu seni ilgilendirmez."

Lina böyle bir tepkiyi beklemiyordu.

"Yalnızca yardım etmek istemiştim."

Sessizce başını mutfağın olduğu yöne doğru çevirdi.

Max'in o sırada ifadesi değişti. Dudaklarını araladı, bir şey söylemek istedi. Sanki az önce sert çıkıştığından pişman olmuşçasına Lina'ya bakıyordu.

Yalnızca iki kelime çıktı ağzından:

"Anladım. Teşekkürler."

Lina Max'in yüzüne bile bakmadı.

"Hıhı."

Bir süre sonra Marin elindeki tepside çaylarla birlikte geldi.

"Çayınız geldi!"

...

POV: Marin

Herkes çaylarını içti ve Lina evine gitti. Bense oturmuş yarına olan ödevi yetiştirmeye çalışıyordum. 

Birden kapı çaldı. Şaşırmıştım, bu evde kim kapımı çalar ki?

"Gir."

İçeri Max girdi.

"Marin, biraz konuşabilir miyiz?"

Konuşmak mı? Rüya mı görüyordum?

"T-tabii."

Yatağımın üzerine oturdu. Sandalyemi döndürüp ona baktım.

"Bunca zamandır neden sessiz kaldığımı soruyordun. Sana açıklayacağım.

More Chapters